11 Aralık 2013

gam - haftalıkmecmua-4

İnsan yokluğunda anlıyor sevmeyi, daha doğrusu sevilmemeyi. Bu acı ıstırabdan çıkarılması gereken dersi oysa ki yıllar önce vermişti Can Yücel. Bağlanmayacaksın diyordu, şair. Yitip giden hayallere mi, yoksa geçen günlere mi yanmalıydı insan? Geride kalan mutlu günleri mi, seni mi özlemeliydi insan? Hiç ayrılmayalım dememeli insan. Hiç ayrılmayalım derken, bir gün kavuşmanın hayal olacağını da Zeki Müren'den öğrenmiştik oysa. Aynaya uzun uzun bakıyorum şimdi. Mutsuz ifademi özlemiştim. Sıkılmıştım aslında o yavşak gibi sırıtan, mutlu adamdan. Ve o harikulade kanun tekrar işliyordu, acımasızca. Her mutluluk gebeydi belki de ardındaki mutsuzluğa. Mutlu sonlardan ayıklanmış hayatların her zaman dinlenecek çok hikayesi olur. İçimdeki yazma dürtüsü de burdan geliyordur belki. Her kaybedişte güçlendiğini, tecrübelendiğini sanıyor insan. İşte en büyük saçmalık, avuntu. Bir bakıyorsun ki kaybedecek bir şeyin bile kalmamış sonra. Aslında yaşananların en güzel özeti, türk basınının efsane klişesi; "sözün bittiği yerdeyiz". Sözün bittiği yerde insan susmayı bilmeli, bence bu çok mantıklı. Sözler, söylenecekler böylesine tükenmişken hikayemi değil, şiirimi paylaşıyorum bu hafta. Neyse, yeni üyemizin kaydını yapalım artık. Kaybedenler Kulubü'ne hoş geldin.

zeki müren-şimdi uzaklardasın;
http://www.youtube.com/watch?v=q1rmqzDTyHo

abdullah yüce-bu ne sevgi ah bu ne ıstırab;
http://www.youtube.com/watch?v=etVTuGqW69s





                  

                   gam

Dün yar idi, bugün ağyar olan.
Bidar iken, sair fil-menam olmuşam.
Aza
b-ı mukaddestir bana bu gam.
Gönül sensiz sekran,
Gönül sensiz pürgam.

                             
                                   ömer demirhan








Ömer DEMİRHAN

 11 Aralık ‘13
haftalıkmecmua-4

19 Mayıs 2013

umut gelme zamansız - haftalıkmecmua-3



Hayatımda çok önemli bir yere sahip olan, son üç yıl içinde aileden birileri gibi hissettiğim, onlarla yatıp onlarla kalktığım, dertlerini dert edindiğim, bana birçok şey öğreten, hayatın tam ortasındaki adaletsizliğini insanlara göstermeye çalışan, -bunu çok iyi bir şekilde yaptıklarını düşünüyorum- Behzat Ç. final yaptı. İşte her şey böyle başlamıştı. Angara'nın bozkırında misket oynayan bu başkomiserin hikayesiydi bizim cuma günlerini iple çekmemizin sebebi. -ilk sezonda pazar günlerini beklerdik, o ayrı-

Çoğu zaman kendimi şizofren gibi hissettiren bu adam üç yıl boyunca hep yanımdaydı. Adaletsizliğin, nasıl adalete dönüştüğünü öğretti bu güzide abilerimiz bize. Başta Emrah Serbes, Ercan Mehmet Erdem ve Erdal Beşikçioğlu olmak üzere, hayatın bir çok noktasında beni uyandıran, hayata farklı açılardan bakmamı sağlayan oyuncularına, yazarlarına ve müzikleriyle Cem Kısmet’e –Pilli Bebek- tüm kalbimle teşekkür ediyorum. Ve final bölümünde çalan Umut Gelme Zamansız adlı parça, bu haftaki hikayenin temasını belirlemiştir. Tozan Alkan’a teşekkürler. Hoşça kal amirim..

pilli bebek-gündüz yüzlü kız;
http://www.youtube.com/watch?v=Mlj5IQvZgyU

tozan alkan-umut gelme zamansız;
https://www.youtube.com/watch?v=UgFLOhnnzog

bu şarkılar eşliğinde yazdım hikayemi. sizin de okurken dinlemenizi tavsiye ederim.



UMUT GELME ZAMANSIZ

Saatin ortasındaki tokmak sağa sola giderek, kulak zarının ırzına geçmeyi başarıyordu. İrkilerek uyanmak rahatsız etse de alışkanlıktı işte. Çocukluğundan beri bu sesle uyanıyordu. Yarım açılan gözüyle kafasını çevirdi ve başucundaki saate baktı. Kafasını sallayan horozu seyretti biraz. Ani bir hamleyle fırlattı üstünden yorganı. Sıcaktan bunalmıştı odada. Kendini gere gere pencerenin önüne geldi. Güneşten kurumuş ahşap pencerenin verniklerini söktü bir süre. Çocukluğundan beri oturduğu sokağa baktı. Asla çıkamazdı buradan. Annesinden, babasından yadigar bu evi de bırakıp gitmek istemiyordu. Hem kiralar da ateş pahasıydı. Dışarıda tam bir ilkbahar havası vardı. Mahallesinin kendine has kokusunu içine çekti. Huzur dolmuştu sanki içi. Kahvaltı hazırlamaya üşeniyordu. Şöyle bir göz gezdirdi mutfağa. En iyisi çıkıp fırından poğaça almaktı. Kısa kollu bir gömlek seçti kendine, gelen baharın şerefine. Elini yüzünü yıkamadan dalgalı saçlarını ıslattı biraz. Kapıyı kilitleyip, sokağa çıktığında ferahlamıştı sanki. 




Herkesle selamlaşıyordu yürürken. Çocukluğundan beri her sabah aynı insanları görüyordu sokağında. Balta girmemiş ormanlar kadar doğal kalmayı başarmış bir mahalleydi. Köşe başındaki fırına doğru yöneldi. Fırının kapısında karşılaştığı kıza baktı bir süre. Bu kadar güzel yeşil gözler ona sadece birini hatırlatıyordu. Gülümsedi bir an istemsizce. Nerden aklıma geldi şimdi diye düşünüp kafasını salladı şaşırarak. Salim Abi komşu esnafı toplamış kaynatıyorlardı yine. Yüzündeki lüzumsuz gülümsemeye takılmıştı fırındakiler. Bir an kendine gelip, “iki peynirli, Salim Abi.’’ dedi; üstündeki bakışları savmak için. Salim Abi, “hayırdır lan, ne sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi?’’ derken, en babacan tipiyle gülüyordu. “yok be abi, ne olsun’’ deyip, yine aynı suratla çıktı fırından. Tam kapıyı kapatırken durdu bir an. Bunu duyduğuna emindi. Dükkana doğru ilerlerken yanından geçen mahallenin teyzeleri de konuşuyordu. Niye herkes Aylin’i konuşuyordu ki bu sabah? Kepenkleri kaldırmak için eğildiğinde, fırında karşılaştığı yeşil gözlü kızı düşünüyordu. 


“Kuşçu’ya bir çay’’ dedi, dükkanın girişindeki megafondan. Poğaçaları masasına bıraktı. Çay gelene kadar kuşların sularını tazeledi. Çırak çayı masanın üstüne bırakmış, çay pulunu bekliyordu. “Aylin Abla’yı gördün mü?’’ dedi gevrek bir sırıtışla. Çay pulunu verip, yolladı çırağı. Sanki yavaş çekimde hareket ediyordu. Sakince poğaçasını yerken, bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Bir yanı sinirli, bir yanı heyecanlıydı. Onun gelmesi lazımdı. Çekip giden oydu, ne de olsa. Yıllar sonra kızdan hamle beklemek haksızlık olur diye düşündü sonra. Acaba sabah beni tanımış mıydı? Kimseden beni sormuş mudur? Yanıma ne zaman gelir acaba? Yoksa ben mi gitsem? Kafasından geçen bunca soruya cevap vermenin mümkün olmadığını anlayınca, bir sigara yakmaya karar verdi. Demek mezun olmuştu. Yıllar ne çabuk geçiyordu. Sevinçle dükkanın içinde dolanmaya başladı. Ne yapacağını düşünürken durdu ve kafesin içindeki aynaya bakarak saçlarını düzeltti. Her an görebilirdi Aylin’i tekrar. Saatler geçtikçe sigara üstüne sigara yakıp, dükkanda dolanıyordu heyecanla. Aslında öfke doluydu ona karşı ama bir konuşursa aradaki buzların eriyeceğini biliyordu. Tam bunları düşünürken, dükkanın kapısı açıldı. Elindeki sigarayı küllüğe basıp, ayağa kalktı. Yeşil gözlerinin içi gülüyordu sanki. Sıcak bir gülümsemeyle “merhaba’’ dedi. Eli ayağına dolanmıştı. Yine de kendini ağırdan satmayı planlıyordu. “otursana’’ dedi heyecanla. Bir süre sessizce önlerine bakıyorlardı. Sessizliği bozan sitemkar bir tavırla, “hoş geldin’’ dedi. Üniversite yıllarından, hep buraya gelmek istediğinden bahsetti biraz. Aylin konuştukça umutlanıyordu.
-Ben kalkayım artık, senin de işlerin vardır. Bu arada dükkanın da hayırlı olsun, senin adına çok sevindim.
-Yarın buluşalım mı?
-Olur, görüşmek üzere.
Bütün gece ne giyineceğini, ne konuşacağını düşündü. Bu iş olacaktı, bundan adı gibi emindi ama biraz da kendimi ağırdan satsam iyi olur diye düşünüyordu. Yıllardır beklemişti onu. Aylin dükkana kadar gelmişti hem. Niye gelsin ki dükkana istemese? Tüm bu soruların cevabını Aylin’in onu hala sevdiğine bağlıyordu. Uyumazsa kafayı yiyecekti sanki bu sorularla. Bir an önce sabah olsun istiyordu. 

Eski günlerdeki gibi çay bahçesinde bekleyecekti Aylin’i. Bir buket papatyanın bu güne yakışacağını düşündü. Bir sigara yaktı Aylin’i beklerken. Papatyayı yanındaki sandalyeye koydu. Gelir gelmez vermek istemiyordu. Kısa kollu kareli gömleği ve sinekkaydı sakal traşıyla jilet gibi hissediyordu kendini. Birkaç nefes çektikten sonra iyice iyimserleşmişti. İkisi de birbirini seviyordu. Sadece Aylin’in üniversiteyi kazanıp, mahalleden çıkmasıyla ara vermişlerdi ilişkilerine. Bugünden itibaren her şey eskisi gibi olacaktı. Bütün planı tıkır tıkır işliyordu. Kırmızı elbisesiyle renk katmıştı çay bahçesine. Bir an düşündü ayağa kalksam mı diye. Aylin masaya yaklaştıkça tereddüdü devam ediyordu. Ani bir hamleyle kalktı. Sadece tokalaştılar. Aylin’in yeşil gözleri gülmüyordu sanki bugün. Aylin uzaklara bakarken, gözlerini ondan ayıramıyordu. Dünkü cıvıl cıvıl kız nereye gitmişti?




-Ben bir ay sonra gidiyorum biliyor musun?
-Mezuniyet töreni falan mı?
-Yok, yurtdışına.
-Ama ben yıllardır seni bekliyordum. Hem daha yeni gelmiştin.
Bu kadar suskun bir kızdan zaten ancak ayrılık konuşması gelirdi. Şaka mı yapıyordu acaba? Umut böyle bir şeydi işte. İnsanı en beklemediği anda nakavt eden, ters köşeye yatıran hayatın ufak bir şakasıydı belki de. Oysa neler düşünmüştü. Her şeyin eskisi gibi olacağını sanmıştı. Bu sefer yalvarmayacaktı. Yandaki sandalyeden papatya buketini alıp ayağa kalktı. Aylin’e biraz sinirle, biraz da sitemkar bir tavırla gözlerini dikmiş; yıllarca unutamayacağı, balyoz gibi vuracak bir cümle söylemek istiyordu. Sadece “yolun açık olsun’’ diyebildi. 


Arkasına bakmadan uzaklaşmak, gitmek istiyordu bu şehirden. Yolun açık olsun yerine, yazıklar olsun mu demeliydi yoksa? Bu onu ikinci yüz üstü bırakışıydı. Lanet getiriyordu hayata. Giydiği gömleğe, elindeki papatya buketine. Islattığı dalgalı saçlarından, sinekkaydı traşından utanıyordu. Saçma hareketlerle saçlarını dağıttı. Eve gitmek istemiyordu. Yakıcı güneşin altında yürüyordu öylece. Tam kafasını kaldırıp güneşe de lanet ederken gözü mahallenin yamaçlarına takıldı. Koşar adımlarla yürümeye başladı. Bu güzel çiçeklerin asıl sahiplerine gidiyordu.Geçtiği yüksek kapının üstünde, “Her nefis ölümü tadacaktır.’’yazıyordu. Yerini ezberlediği çift mezarın başında durmuş güneşin mahallenin üstüne batışını seyrediyordu. Papatya buketini usulca anacığının mezarına bıraktı. Sigarasını yakarken kafası karışmış, kime kızacağını şaşırmıştı. Onu yalnız bırakan anne babasına mı, iki kere bırakıp giden Aylin’e mi? “Hepinize eyvallah’’ dedi güneşin terk ettiği mahalleye bakarak.






Ömer DEMİRHAN

 19 Mayıs ‘13
haftalıkmecmua-3






10 Mayıs 2013

anne ağlaması - haftalıkmecmua-2



barış manço-benden öte benden ziyade;
http://www.youtube.com/watch?v=GrLrM5AlUxY

ahmet kaya-şafak türküsü;
http://www.youtube.com/watch?v=NOQ9z4bwPcQ

bu şarkılar eşliğinde yazdım hikayemi. sizin de okurken dinlemenizi tavsiye ederim.


ANNE AĞLAMASI

Günün ilk ışıklarıyla uyanmanın insana mutluluk verdiğini sanıyordu. Bu sabah tam tersi oluyordu. İçinde garip bir hüzün, kulaklarında bir anne ağlaması vardı sanki. Bir annenin ağlaması, dünyadaki en acı sesten daha acıdır. Gözlerini perdenin aralığına dikti ve dışarı bakıyordu. Sabah namazından dönenler, aceleyle koşuşturan insanlar, sokağı temizleyen çöpçü. Hepsinin suratında bir tebessüm vardı. Birbirlerini kovalayan kediler bile daha bir neşeliydi sanki bugün. Kuşlar birbirlerinin etrafında manevralar yapıyor, neşeyle ötüyorlardı. Canı daha da sıkıldı, dışarıdaki manzaraya. Mutsuz bir insanı daha da mutsuz edecek bir şey varsa; o da, mutlu bir insan görmektir herhalde. Cama sırtını döndü. Kuru duvara bakıyordu boş gözlerle. Kalkması gerektiğini düşündü. Kafasını siperden çıkaran askerin endişesiyle yorganın altından çıktı biraz olsun. Sonunda ayaklarını sürte sürte, ağır adımlarla tuvalete girdi. Yüzünü yıkayası yoktu ama dakikalardır aynaya bakıyordu. Sanki yılların muhasebesini yapıyordu. Çökmüş gözler, kirli sakal ve kambur duruşuyla otuz yaşından fazla gösteriyordu. Bir kez daha lanet etti hayata. Ayağında mavi banyo terlikleri, penye pijama takımı ve beyaz atletiyle gayet isyankar bir tavır sergiliyordu.

Yüzünü yıkamaya niyeti yoktu ama traş olması gerekiyordu. Pazar vardiyasının ona düşmesindendi belki de bu garip hüzün. Bugün anneler günüydü ama bütün günü alışveriş merkezinde geçecekti. Çoğu zaman nefret ediyordu işinden. Yine de ciddiyetinden ödün vermiyordu. Çakı gibi duruyordu giriş kapısında. Aslında işe başladığından beri mutlu olamamıştı. Polis akademisi hayaliyle geçen yılların ardından, güvenlik görevlisi olmak üzmüştü onu ama kimseye belli etmiyordu. En çok annesi sevinmişti sigortalı bir iş bulduğuna. Sıcak suyla doldurduğu kasenin içinde fırçayla köpürtmeye başladı traş sabununu. Sabunu köpürtürken annesini düşündü. Uzun zamandır görmüyordu. Zaten son görüşünde de dargın ayrılmıştı yanından. Bugün gidip, gönlünü almaya niyetliydi. Annesiyle dargınlığını düşününce hırsla köpürtmeye devam etti.

Köpüğü yüzüne yedirirken, teyzesinin kızıyla evlenmeyi reddettiği için hala kendini haklı buluyordu. Zaten isteseler de olmayacak bir işti. Büyük şehirde okumuştu, güzeldi. Öğretmendi o sonuçta. Hem kardeş gibi büyümüşlerdi onlar. Kulak seviyesinde kestiği favorileri ve kısa saçlarıyla tertipli bir askeri andırıyordu.

Üniformasını giyip, çıkmak istiyordu hemen evden.
Belki dışarısı iyi gelir diye düşündü. Yorucu bir güne başlayacağının farkındaydı. Bütün gün alışveriş merkezi kapısında ayakta beklemek zor işti. Yüzlerce kişinin girip çıktığı bir yerde kimse tarafından fark edilmemek koyuyordu insana. Kendini çok gereksiz hissediyordu bazen ama iş disiplininden asla vazgeçmiyordu. Daha hediye almamıştı annesine. Akşam annesinden evlilik konusunda dinleyeceği nasihatleri düşünmüyordu bile. Saatlerdir heykel gibi ayakta bekliyor, bazı şüpheli gördüğü gençlerin üstünü arıyordu. Arada dedektörden geçmek istemeyenlere ufak ikazlarda bulunuyordu. Alışveriş merkezi lunapark gibiydi bugün. İnsanlar ne yapıyorlardı bu basık mekanda saatlerce anlayamıyordu. Herkes için mutlu bir pazar oluyordu. İçindeki garip hüzünle saatlerin geçmesini bekliyordu. Bugüne dair onu tek mutlu eden şey işten beşte çıkacak olmasıydı. Elektronik tansiyon aleti bu saatten sonra annesine alınabilecek en güzel hediyeydi. Annesini görmesi gerekmese eve bile gitmezdi bu yağmurda. Aceleyle yaptırdığı hediye paketini montunun içine soktu ve hızlı adımlarla minibüslere doğru gidiyordu. Yol boyunca annesinin gönlünü nasıl alacağını düşündü. Ona bu evliliğin mantıksız yanlarını anlatırsa, vazgeçirebilirdi. Hem nasıl olurdu? Kardeş gibi büyümüşlerdi onlar.



Minibüsten indi ve çocukluğunun geçti mahalleye şöyle bir baktı uzaktan. Sabahtan beri içindeki karanlık havaya da yansımıştı. Sanki sadece oraya yağmur yağıyordu. Zifiri karanlık olmuştu mahalle. Yanıp yanmamak arasında tereddüt eden sokak lambaları da şaşırmıştı bu saatte havanın kararmasına. Bu sessiz, ağır sokağa yakışmayan bir hareketlilik vardı. Her yanından geçen sanki ona bakıyordu. Yağmur durmuştu. Havadan bunaldı o an. Montunu çıkarırken, hediye paketini düşürdü. Çamur deryasının içinde yatan poşeti eğilip alırken mahalleyi kırmızı, maviye boyayan araca takıldı gözü.

Kulakları sağır eden sireniyle yavaşlayan ambulans evlerinin önünde durmuştu. Tekrar poşeti almak için eğildiğinde aklına gelenleri başından savmaya çalışıyordu. Ambulanstan inen sarı yelekli üç beş kişi, kapısı açık apartmandan içeri girdiler. Bütün mahalleli evin önündeydi. İki katlı evin önünde duran ambulans ya annesi için gelmişti ya da üst kattaki Hayriye Teyze için. 

Ambulansın Hayriye Teyze için geldiğine dua edecek kadar kötü yürekli değildi ama annesine de konduramıyordu. Bir an koşarak uzaklaşmak istedi mahalleden. Eğer annesiyse ne yapardı? En iyisi gitmek diye düşünürken, koşmaya başladı. Çamurlu tansiyon aletiyle koşuyordu doğduğu eve. Evin önüne geldiğinde herkes acıyan gözlerle ona bakıyordu. İlk katın kapısını Kapalı görünce anlamıştı ambulansın annesine geldiğini.

Her zaman annesinin melek tebessümüyle açtığı kapıyı, bu gece açık bulmuştu. Girişte hemen mutfağa çevirdi kafasını. En sevdiği yemekler masadaydı. Bir anlık duraksamadan sonra içeri yöneldi. Koşar adımlarla girdiği odada görünmez bir duvara çarpmış gibi aniden durdu. Gördüğü manzara karşısında donmuştu sanki. Yerde yatan annesiydi. Nerdeyse sağır edecek kadar bir çınlama vardı kulaklarında. Gözü hiçbir şey görmüyordu. Nefes nefese kalmıştı. Ölüm sessizliği buydu galiba. Derin nefesleri ve sobanın çıtırtıları odanın sessizliğini bozuyordu. Annesinin başında oturan sarışın hemşire gayet lakayıt bir şekilde “eks’’ dedi. Yalvarır gözlerle bakıyordu etrafındakilere. Bağırmayı düşündü, af dilemek istiyordu annesinden ama boğazı düğüm düğümdü. Sadece gözünden akan yaşları siliyordu. Öylece duruyordu odanın en ücra köşesinde. 


Odadan çıkartmıştı mahalleli ağabeyleri. Kasvetli hava nefes almayı bile engelliyordu. Kalabalığın içinden sıyrılıp, evin önündeki kaldırıma çöktü. İçindeki garip hüznün sebebini anlamıştı. İşte şimdi yalnızlığın ne olduğunu anlamıştı. Annelerin de öldüğünü anlamıştı. Elindeki çamurlu tansiyon aletine baktı. 12/8 yazıyordu üstünde..




Ömer DEMİRHAN

 11 Mayıs ‘13
haftalıkmecmua-2






5 Mayıs 2013

kapı mı çaldı? - haftalıkmecmua-1

müzeyyen senar-fikrimin ince gülü;

http://www.youtube.com/watch?v=NRgooiRa6Y8

behiye aksoy-kimseye etmem şikayet;

http://www.youtube.com/watch?v=3RSNby8wai8

bu şarkılar eşliğinde yazdım hikayemi. sizin de okurken dinlemenizi tavsiye ederim.



         
         KAPI MI ÇALDI?
Günde en az iki litre su içmesi gerekirmiş insanın. Domatesi kolay soymanın yolu bir süre sıcak suda bekletmekmiş. Filistin de yine çocuklar ölüyormuş. Altın hala düşüyormuş. Bu haftasonuyla beraber pastırma sıcakları geliyormuş. Yılların verdiği yorgunlukla söylüyordu bunları. Cızırtılı bir ses, soluk bir ekran ve üstünde kalan birkaç tuşla zamana meydan okuyordu televizyon denen bu alet.




Güneş tam da o yorgun gözlere düşüyordu. Bir eliyle kafasına destek olmuş, diğer elinde kumanda; hala televizyonda kayda değer bir şey arıyordu. Aslında öyle bir şey olmadığını kendisi de biliyordu. Elleri, göz altları, alnı ve pijaması büyük bir uyum içersindeydi. Hepsi çizgi ve kırışıklıklardan ibaretti. Usulca kumandayı yerine bıraktı ve giyilmekten bıkmış terliklerini giyip, mutfağa yöneldi.







Son zamanlarda hayattan aldığı tek destek aslan başlı Devrek bastonuydu. Dünden kalan çaya biraz daha kaynar su ekledi. Her çay içtiğinde o geliyordu aklına. Bir daha da içmemişti öyle güzelini. Belki de bunun için çay demlemiyordu. Korkuyordu galiba onunki gibi güzel çay yapmaya. Titreyen elleriyle tekrar salona döndü. Bunaltıcı öğle güneşi hala koltuğuna vuruyordu. Karşı koltuğa geçmedi. O’nun yeriydi çünkü o koltuk. Her kafasını çevirdiğinde onu arıyordu gözleri.







Yine başlamıştı fütursuzca kanallar arasında gezmeye. TRT’nin, BBC’den devşirdiği Büyük Kedilerin Günlüğü’nü görünce durdu. Gözlerini kıstı ve o da zavallı antilopa kilitlendi. Bu bölümü belki onuncu seyredişiydi ama yine de ilk izleyişi gibi dişi aslanın, dişlerini antilopun boynuna geçirişini hayretle izliyordu. Çizgili pijamasının yan cebinden sarkan, üstünde kocaman bir aslan işlemesi olan ağır tabakasını çıkardı. Artık tütün saramıyordu ama yine de aldığı 216’ları tabakasında taşıyordu. Emektar aslanlı tabakadan bir 216 çekti ve dudağının altına koydu. Tutuşan sigaranın dumanı, içeri giren öğle güneşiyle dans ediyordu. Kesik kesik öksürükler canını sıkıyordu.
                                        


Külçe gibi yeşil cam küllüğünü zorla kaldırdı yerinden. Geçenlerde tutamayıp düşürmüştü ama uzun ve temiz olmayan bir işçilikle balli ile yapıştırmıştı. Sehpanın üzerinde duran sürahi ve şekerliğin yalnız kalmasını istememişti. 70’lerde herkesin evine girmeyi başarmış bu şekerlik ve kül tablası. Derin bir nefes daha çekti ve yine başını yandaki boş koltuğa çevirdi. Boş gözlerle bakıyordu. 216’nın bıraktığı buruk tadı çayla gidermeye çalışıyordu. Zeytin çekirdeklerine bastırarak söndürdü 216’yı.





Çizgili pijamasından bir düğme daha açtı. Bütün kiloları onu terk etmişti ama gençliğinden beri yatırım yaptığı bira göbeği onu terk etmemişti hala. 







O gittiğinden beri pek sık içmiyordu artık. Akşam yemeklerinin vazgeçilmezi olan bir duble yaş üzüm rakısı artık masasını süslemiyordu. Serin yaz gecelerinde yine çizgili pijaması ve atletiyle banyo taburesine oturup pikabını kuruyordu bazen balkona. Dolabın derinliklerinden bulduğu ekşimiş yoğurt ve taşlaşmış peyniriyle bir duble içiyordu. Fikrimin İnce Gülü diyordu Müzeyyen Senar.

Ne de güzel diyordu. İkisinin şarkısıydı bu. Küçük balkon masasına her zaman iki duble koyardı. Sanki her an içerden O gelecekmiş gibi. Elinde hazırladığı mezeler ve üstünde çiçekli entarisiyle. Gecenin sonunda o duble, balkondaki saksılara kısmet oluyordu. Uyku pozisyonuna girmişti kanepede. Lanet ettiren güneş hala gözlerindeydi. Gözkapaklarının üstündeki mor damarlardan sanki akan kan görünüyordu. Ağzına giren sararmış bıyıklarını kaşıdı. Televizyondaki takım elbiseliler hala İMKB’den bilgiler paylaşıyordu. Belgesel kuşağına ara vermişlerdi. Bu evdeki her şey yorgundu. Sararmış duvar kağıdındaki çiçekler bile solmuştu sanki. Evin ağır rutubet kokusu onu güvende hissettiriyordu. Aidiyet duygusu olsa gerek. Eski mıknatıslı zili çıldırmış gibi çalıyordu. Yarım açıldı gözleri. Kulaklarından şüphe etti. Yavaşça yastığa koydu tekrar kafasını. Ağır ağır nefes alıyor, kıpırdamadan ses çıkartmamaya çalışıyordu. Bir daha zil çalarsa kaçırmak istemiyordu. Belki de O gelmişti. Aslanları hep sevmişti. Gün boyu zevkle seyrettiği belgeseller, işlemeli tabakası, aslan başlı Devrek bastonu. Kapı zili bile aslan figürüydü.


Herkesin dikkatini çekiyordu yeşil gözlü vahşi. Özellikle çocuklar aslanın ağzındaki zile basmadan evin önünden geçmiyorlardı.








Her öğlen aynı şey oluyordu. 
Okuldan dağılan çocuklar zile basıp kaçıyorlar ve yalnız adamı yine umutlandırıyorlardı. Doğruldu ve cama uzattı kafasını. Yoğurt kovalarından yaptığı saksıların arasından kapının önüne baktı. Yorgun gözleri O’nu arıyordu. Tekrar uzandı. Elleri yükselip alçalan göğsünde, hırıltılı nefesini dinliyordu. İnsanı bunaltan öğle güneşi biraz olsun kendini çekmişti. Belgesel kuşağının başladığını fark edince televizyona yöneldi başı, istemsizce. Dişi aslan çocuklarına verdiği av dersinin gururu ve doymuş karnıyla, Masai Mara’nın çıplak güneşinde kendini gere gere uyku pozisyonu aldı. 









Bir 216 daha yakmak için çıkardı aslan işlemeli tabakasını. Son nefesini çekti ve yine kahvaltıdan kalan zeytin çekirdekleriyle dolu küllükte izmarite bir yer aradı. Bastırırken yine düşürdü yeşil küllüğü. Elleri çenesinde izledi sadece kırılan küllüğü. Onu tekrar yapıştıracak enerjiyi bulamadı kendisinde.




Uçuşan küller sanki yitip giden yılları seyrettiriyordu ona. Önce göz altındaki torbalarda asılı kalan gözyaşı; kırışmış zayıf yanağında yolunu buluyordu. Yeşil küllüğün üzerinde parlayan gözyaşı, uçuşan küller ve yerde yatan zeytin çekirdekleri nasıl da bakıyordu ona. Kaldırdı kafasını. Duvardaki sararmış çiçeklere baktı. O’nun entarisindeki çiçeklere benziyorlardı aynı. Raftaki özenle sildiği 45’liklerini süzdü gözleriyle. 





Bir masa kurabilirdi bu akşam. Bu gece sıra Behiye Aksoy’daydı. Kimseye Etmem Şikayet yazıyordu, köşesi çatlamış 45'liğin üstünde. O gittiğinden beri bu şarkı daha bir anlamlı gelir olmuştu. O da kimseye şikayet etmiyordu. Kendi derdine ağlayıp, O’nunla buluşacağı günü düşünüyordu sadece. Suyu döktükçe beyazlayan rakıya baktı ve ufak bir yudum alarak; mahalleyi terk eden güneşe baktı. Ve O’nsuz bir gün daha geçip, gidiyordu..








Ömer DEMİRHAN

 05 Mayıs ‘13
haftalıkmecmua-1