Hayatımda çok önemli bir yere sahip olan, son üç yıl içinde aileden birileri gibi hissettiğim, onlarla yatıp onlarla kalktığım, dertlerini dert edindiğim, bana birçok şey öğreten, hayatın tam ortasındaki adaletsizliğini insanlara göstermeye çalışan, -bunu çok iyi bir şekilde yaptıklarını düşünüyorum- Behzat Ç. final yaptı. İşte her şey böyle başlamıştı. Angara'nın bozkırında misket oynayan bu başkomiserin hikayesiydi bizim cuma günlerini iple çekmemizin sebebi. -ilk sezonda pazar günlerini beklerdik, o ayrı-
Çoğu zaman kendimi şizofren gibi hissettiren bu adam üç yıl boyunca hep yanımdaydı. Adaletsizliğin, nasıl adalete dönüştüğünü öğretti bu güzide abilerimiz bize. Başta Emrah Serbes, Ercan Mehmet Erdem ve Erdal Beşikçioğlu olmak üzere, hayatın bir çok noktasında beni uyandıran, hayata farklı açılardan bakmamı sağlayan oyuncularına, yazarlarına ve müzikleriyle Cem Kısmet’e –Pilli Bebek- tüm kalbimle teşekkür ediyorum. Ve final bölümünde çalan Umut Gelme Zamansız adlı parça, bu haftaki hikayenin temasını belirlemiştir. Tozan Alkan’a teşekkürler. Hoşça kal amirim..
pilli bebek-gündüz yüzlü kız;
http://www.youtube.com/watch?v=Mlj5IQvZgyU
bu şarkılar eşliğinde yazdım
hikayemi. sizin de okurken dinlemenizi tavsiye ederim.
UMUT GELME ZAMANSIZ
Saatin ortasındaki tokmak sağa sola giderek, kulak
zarının ırzına geçmeyi başarıyordu. İrkilerek uyanmak rahatsız etse de
alışkanlıktı işte. Çocukluğundan beri bu sesle uyanıyordu. Yarım açılan gözüyle
kafasını çevirdi ve başucundaki saate baktı. Kafasını sallayan horozu seyretti
biraz. Ani bir hamleyle fırlattı üstünden yorganı. Sıcaktan bunalmıştı odada.
Kendini gere gere pencerenin önüne geldi. Güneşten kurumuş ahşap pencerenin
verniklerini söktü bir süre. Çocukluğundan beri oturduğu sokağa baktı. Asla
çıkamazdı buradan. Annesinden, babasından yadigar bu evi de bırakıp gitmek
istemiyordu. Hem kiralar da ateş pahasıydı. Dışarıda tam bir ilkbahar havası
vardı. Mahallesinin kendine has kokusunu içine çekti. Huzur dolmuştu sanki içi.
Kahvaltı hazırlamaya üşeniyordu. Şöyle bir göz gezdirdi mutfağa. En iyisi çıkıp
fırından poğaça almaktı. Kısa kollu bir gömlek seçti kendine, gelen baharın
şerefine. Elini yüzünü yıkamadan dalgalı saçlarını ıslattı biraz. Kapıyı
kilitleyip, sokağa çıktığında ferahlamıştı sanki.
Herkesle selamlaşıyordu
yürürken. Çocukluğundan beri her sabah aynı insanları görüyordu sokağında.
Balta girmemiş ormanlar kadar doğal kalmayı başarmış bir mahalleydi. Köşe başındaki fırına doğru
yöneldi. Fırının kapısında karşılaştığı kıza baktı bir süre. Bu kadar güzel
yeşil gözler ona sadece birini hatırlatıyordu. Gülümsedi bir an istemsizce.
Nerden aklıma geldi şimdi diye düşünüp kafasını salladı şaşırarak. Salim Abi
komşu esnafı toplamış kaynatıyorlardı yine. Yüzündeki lüzumsuz gülümsemeye
takılmıştı fırındakiler. Bir an kendine gelip, “iki peynirli, Salim Abi.’’ dedi;
üstündeki bakışları savmak için. Salim Abi, “hayırdır lan, ne sırıtıyorsun
pişmiş kelle gibi?’’ derken, en babacan tipiyle gülüyordu. “yok be abi, ne
olsun’’ deyip, yine aynı suratla çıktı fırından. Tam kapıyı kapatırken durdu
bir an. Bunu duyduğuna emindi. Dükkana doğru ilerlerken yanından geçen
mahallenin teyzeleri de konuşuyordu. Niye herkes Aylin’i konuşuyordu ki bu
sabah? Kepenkleri kaldırmak için eğildiğinde, fırında karşılaştığı yeşil gözlü
kızı düşünüyordu.
“Kuşçu’ya bir çay’’ dedi, dükkanın girişindeki megafondan. Poğaçaları
masasına bıraktı. Çay gelene kadar kuşların sularını tazeledi. Çırak çayı
masanın üstüne bırakmış, çay pulunu bekliyordu. “Aylin Abla’yı gördün mü?’’
dedi gevrek bir sırıtışla. Çay pulunu verip, yolladı çırağı. Sanki yavaş
çekimde hareket ediyordu. Sakince poğaçasını yerken, bir şeyler yapması
gerektiğini düşünüyordu. Bir yanı sinirli, bir yanı heyecanlıydı. Onun gelmesi
lazımdı. Çekip giden oydu, ne de olsa. Yıllar sonra kızdan hamle beklemek
haksızlık olur diye düşündü sonra. Acaba sabah beni tanımış mıydı? Kimseden
beni sormuş mudur? Yanıma ne zaman gelir acaba? Yoksa ben mi gitsem? Kafasından
geçen bunca soruya cevap vermenin mümkün olmadığını anlayınca, bir sigara
yakmaya karar verdi. Demek mezun olmuştu. Yıllar ne çabuk geçiyordu. Sevinçle
dükkanın içinde dolanmaya başladı. Ne yapacağını düşünürken durdu ve kafesin
içindeki aynaya bakarak saçlarını düzeltti. Her an görebilirdi Aylin’i tekrar.
Saatler geçtikçe sigara üstüne sigara yakıp, dükkanda dolanıyordu heyecanla. Aslında
öfke doluydu ona karşı ama bir konuşursa aradaki buzların eriyeceğini
biliyordu. Tam bunları düşünürken, dükkanın kapısı açıldı. Elindeki sigarayı
küllüğe basıp, ayağa kalktı. Yeşil gözlerinin içi gülüyordu sanki. Sıcak bir
gülümsemeyle “merhaba’’ dedi. Eli ayağına dolanmıştı. Yine de kendini ağırdan
satmayı planlıyordu. “otursana’’ dedi heyecanla. Bir süre sessizce önlerine
bakıyorlardı. Sessizliği bozan sitemkar bir tavırla, “hoş geldin’’ dedi.
Üniversite yıllarından, hep buraya gelmek istediğinden bahsetti biraz. Aylin
konuştukça umutlanıyordu.
-Ben kalkayım artık, senin de
işlerin vardır. Bu arada dükkanın da hayırlı olsun, senin adına çok sevindim.
-Yarın buluşalım mı?
-Olur, görüşmek üzere.
Bütün gece ne giyineceğini, ne
konuşacağını düşündü. Bu iş olacaktı, bundan adı gibi emindi ama biraz da
kendimi ağırdan satsam iyi olur diye düşünüyordu. Yıllardır beklemişti onu.
Aylin dükkana kadar gelmişti hem. Niye gelsin ki dükkana istemese? Tüm bu
soruların cevabını Aylin’in onu hala sevdiğine bağlıyordu. Uyumazsa kafayı
yiyecekti sanki bu sorularla. Bir an önce sabah olsun istiyordu.
Eski
günlerdeki gibi çay bahçesinde bekleyecekti Aylin’i. Bir buket papatyanın bu
güne yakışacağını düşündü. Bir sigara yaktı Aylin’i beklerken. Papatyayı yanındaki
sandalyeye koydu. Gelir gelmez vermek istemiyordu. Kısa kollu kareli gömleği ve sinekkaydı
sakal traşıyla jilet gibi hissediyordu kendini. Birkaç nefes çektikten sonra
iyice iyimserleşmişti. İkisi de birbirini seviyordu. Sadece Aylin’in
üniversiteyi kazanıp, mahalleden çıkmasıyla ara vermişlerdi ilişkilerine.
Bugünden itibaren her şey eskisi gibi olacaktı. Bütün planı tıkır tıkır işliyordu. Kırmızı elbisesiyle renk katmıştı çay bahçesine. Bir an düşündü ayağa kalksam
mı diye. Aylin masaya yaklaştıkça tereddüdü devam ediyordu. Ani bir hamleyle
kalktı. Sadece tokalaştılar. Aylin’in yeşil gözleri gülmüyordu sanki bugün. Aylin
uzaklara bakarken, gözlerini ondan ayıramıyordu. Dünkü cıvıl cıvıl kız nereye
gitmişti?
-Ben bir ay sonra gidiyorum
biliyor musun?
-Mezuniyet töreni falan mı?
-Yok, yurtdışına.
-Ama ben yıllardır seni
bekliyordum. Hem daha yeni gelmiştin.
Bu kadar suskun bir kızdan
zaten ancak ayrılık konuşması gelirdi. Şaka mı yapıyordu acaba? Umut böyle bir
şeydi işte. İnsanı en beklemediği anda nakavt eden, ters köşeye yatıran hayatın
ufak bir şakasıydı belki de. Oysa neler düşünmüştü. Her şeyin eskisi gibi
olacağını sanmıştı. Bu sefer yalvarmayacaktı. Yandaki sandalyeden papatya
buketini alıp ayağa kalktı. Aylin’e biraz sinirle, biraz da sitemkar bir
tavırla gözlerini dikmiş; yıllarca unutamayacağı, balyoz gibi vuracak bir cümle
söylemek istiyordu. Sadece “yolun açık olsun’’ diyebildi.
Arkasına bakmadan uzaklaşmak, gitmek istiyordu bu şehirden. Yolun açık olsun yerine, yazıklar olsun mu demeliydi yoksa? Bu onu ikinci yüz üstü bırakışıydı. Lanet getiriyordu hayata. Giydiği gömleğe, elindeki papatya buketine. Islattığı dalgalı saçlarından, sinekkaydı traşından utanıyordu. Saçma hareketlerle saçlarını dağıttı. Eve gitmek istemiyordu. Yakıcı güneşin altında yürüyordu öylece. Tam kafasını kaldırıp güneşe de lanet ederken gözü mahallenin yamaçlarına takıldı. Koşar adımlarla yürümeye başladı. Bu güzel çiçeklerin asıl sahiplerine gidiyordu.Geçtiği yüksek kapının üstünde, “Her nefis ölümü tadacaktır.’’yazıyordu. Yerini ezberlediği çift mezarın başında durmuş güneşin mahallenin üstüne batışını seyrediyordu. Papatya buketini usulca anacığının mezarına bıraktı. Sigarasını yakarken kafası karışmış, kime kızacağını şaşırmıştı. Onu yalnız bırakan anne babasına mı, iki kere bırakıp giden Aylin’e mi? “Hepinize eyvallah’’ dedi güneşin terk ettiği mahalleye bakarak.
Ömer DEMİRHAN
19 Mayıs ‘13
haftalıkmecmua-3